İLGİNÇ BİR YARGITAY HUKUK GENEL KURUL KARARI: "HUKUK OYUN OYNAMAK, ROL YAPMAK, UYGULAMA BÖYLE HERKES BÖYLE YAPIYOR DEMEK DEĞİLDİR!”

T.C.
Yargıtay
Hukuk Genel Kurulu


Esas No:2017/467
Karar No:2017/510
K. Tarihi: 


MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

 

Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Dargeçit Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 13.05.2014 gün ve 2014/13 E., 2014/200 K. sayılı kararın temyizen incelenmesi davalı ... temsilcisi tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 16. Hukuk Dairesinin 05.06.2015 gün ve 2015/113 E., 2015/7343 K. sayılı kararı ile ; 
"…Kadastro sonucu Çavuşlu Köyü çalışma alanında bulunan 101 ada 20 parsel sayılı 26.327,64 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz, devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden olması nedeniyle ... adına tespit ve tescil edilmiş, bilahare taşınmazın beyanlar hanesinde 2942 sayılı Yasa'nın 7. maddesine göre ... lehine şerh verilmiştir. Davacı ..., kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak tapu iptal ve tescil istemiyle dava açmış, yargılama sırasında ... davaya dahil edilmiştir. Mahkemece yapılan yargılama sonunda davanın kabulü ile çekişmeli 101 ada 20 parsel sayılı taşınmazın fen bilirkişisinin raporunda (A) harfi ile gösterdiği 7.222,17 m2 yüzölçümündeki kısmın ... adına olan tapu kaydının iptali ile davacı ... adına tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm, davalı ... temsilcisi tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece davacı lehine tescile karar verilen bölümde zilyetlikle mülk edinme koşullarının gerçekleştiği kabul edilmek suretiyle yazılı olduğu şekilde karar verilmiş ise de; varılan sonuç dosya kapsamına uygun düşmemektedir. Ziraat bilirkişi raporu ve fen bilirkişisinin raporuna ekli haritaya göre (A) harfi ile gösterilen temyize konu bölümün imar-ihyası tamamlanmamış, henüz yeni sürülmüş, içinde yer yer kayaların bulunduğu ham toprak niteliğinde olduğu anlaşılmaktadır. Her ne kadar tanık ve yerel bilirkişiler taşınmazın öncesinde tarım arazisi olarak kullanıldığını ve 1993'te köyün boşaltılması nedeniyle zorunlu olarak terk edildiğini belirtmişlerse de taşınmaza yakın ve belgesiz olarak tespit edilen komşu taşınmazların kişiler adına tespit edildiği göz önüne alındığında sözü edilen beyanlara itibar etme olanağı bulunmadığı gibi köyün boşaltıldığına ilişkin resmi kayıtlara dayalı bir bilgiye de dosya arasında rastlanmamıştır. Bu durumda zilyetlikle mülk edinme koşulları kanıtlanamadığından davanın reddine karar verilmesi gerekirken dosyadaki teknik bulgulara da aykırı düşen bilirkişi ve tanık sözlerine itibar edilerek yazılı şekilde kabule karar verilmesi isabetsiz olup, davalı ... temsilcisinin temyiz itirazları açıklanan nedenlerle yerinde görüldüğünden…" 
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir. 

 

HUKUK GENEL KURULU KARARI 

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, kadastro öncesi zilyetlik nedenine dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.

Davacı vekili Mardin İli, Dargeçit İlçesi, Çavuşlu Köyünde kain 101 ada 20 parsel sayılı taşınmazın müvekkilinin zilyetliğinde iken kadastro çalışmaları sırasında sehven davalı ... adına tespit gördüğünü, dava konusu taşınmaza müvekkilinin 35 yılı aşkın süredir nizasız ve fasılasız malik sıfatıyla zilyet olduğunu, özel mülkiyete konu yerlerden olan taşınmazın davalı ya da üçüncü kişilerle bir ilgisinin bulunmadığını ileri sürerek tapu iptali ve tescil isteminde bulunmuştur.
Davalı ... temsilcisi yapılan tespitin herhangi bir itirazın ileri sürülmeksizin kesinleştiğini, taşınmazın ... adına tapuya tescil edildiğini, ayrıca çekişme konusu taşınmazın Orman ve Su İşleri Bakanlığı'na tahsisli olduğunu belirterek, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Dahili davalı ... Genel Müdürlüğü vekili davanın reddini talep etmiştir.
Mahkemece dava konusu taşınmazın evveliyatında davacının babasına ait olup, taşınmazı 20 yılı aşkın süre boyunca çeşitli ürünler ekmek suretiyle kullandığı, ölmeden önce mallarını evlatları arasında paylaştırdığı, taşınmazın bitişiğindeki yeri oğlu Huzni'ye, dava konusu yeri ise davacı oğluna bıraktığı, davacının da babası gibi taşınmazı kullanmaya devam ettiği, daha sonra 1993 yılında köyün terör olayları nedeniyle boşaltıldığı, bundan dolayı taşınmazın bu güne kadar ekilip biçilemediği, davacının da babasının da zorunlu olmadıkça taşınmazı boş bırakmadıkları, kadastro çalışmaları sırasında taşınmazın bitişiğindeki yerin davacının kardeşi Hüzni adına tespit edildiği, ancak dava konusu taşınmazın davalı ... adına tespit gördüğü, davacının zilyetliğinin eklemeli olarak 20 yıllık gerekli olan süreyi aştığı, 1993 yılında terör olayları nedeniyle köy boşaltılmış ise de davacının bundan 1-2 sene önce köye gelerek taşınmazı tekrar kullanmaya başladığı, bu durumun zilyetlik iradesinin bu süre içerisinde hiç sona erdirmediğini gösterdiği, mahalli bilirkişi ve tanık beyanlarının da bu durumu doğruladığı, ayrıca dava konusu taşınmazın halihazırda yer yer sürülü olduğu, sürülü olmayan kısımların otluk olduğu, içerisinde taş ve kayalar ile meşe palamudu ve badem ağaçlarının olduğu, bunun dışında herhangi bir ekim dikimin olmadığı; gerekli ekim, dikim ve bakım işleri yapıldığı takdirde bakımlı bir bahçe olabileceği, sonuç olarak dava konusu taşınmazın üçüncü sınıf tarım arazisi vasfında olduğu, etrafının özel mülkiyete tabi taşınmazlarla çevrili bulunduğu, olağanüstü zamanaşımı ile kazanma koşullarının oluştuğu gerekçesi ile davanın kabulüne ve krokide (A) harfi ile gösterilen bölümün tapu kaydının iptaliyle davacı adına tesciline karar verilmiştir.
Hükmün davalı ... tarafından temyiz edilmesi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde gösterilen gerekçelerle bozulmuştur.
Yerel mahkemece aynen "...Kanaatimizce bozma ilamı hatalıdır. Öncelikle dosyanın incelenmesi sırasında Orman bilirkişi raporunun son sayfasının eksik olduğu dosya içinde bulunmadığı anlaşılmış, bu eksiklik davacı vekilinden bilirkişi raporunun bir örneği istenerek giderilmiştir. Kuvvetle muhtemeldir ki dosya Yargıtay'da da bu haliyle incelenmiştir ve hatta eksiklik fark edilmemiştir. Yargıtay tetkik hakimlerinin iş yoğunluğu sebebiyle dosyalar detaylı incelenememekte tetkik hakimleri dosyayı kolayca elden çıkarmak için dosyaya baktıklarında hemen bir bozma sebebi bulmaya çalışmaktadırlar. Özellikle usulü bozmaların çok olmasının sebebinin bu olduğu kanaatindeyiz. Bir bozma sebebi bulduğunda, heyete şöyle bir bozma sebebi var diyerek dosyayı elden çıkarmakta böylece işten kurtulmuş olmaktadırlar. Esas açısından da bir bozma sebebi bulmak veya bozulmalı demek kolaylarına gelmektedir. Çünkü heyet dosyayı onamak için tetkik hakimine sorular sormakta, o dosyanın gerçekten onanması gerektiği konusunda tatmin olmak istemektedir. Tabi bu durumda tetkik hakiminin dosyayı en iyi şekilde incelemiş olmasını gerektirmektedir ve bu zor olandır. Ayrıca bazen tetkik hakimi dosyayı en iyi şekilde incelemiş olsa bile sorulan sorulara cevap veremeyebilmekte ve konumu gereği heyete karşı zor durumda kalabilmektedir. Dosyanın bozulması gerektiğine ilişkin bir sebep bulmak ve heyete bunu anlatıp heyette uygun görür ise dosyayı bu şekilde elden çıkarmak daha kolay bir yöntem olmaktadır. Mahkememizce iş bu dosyada verilen kararın bozulmasında da bu düşüncenin izleri olduğu kanaatine varılmıştır. Bu hususun gerekçeli kararda belirtilmesinin yanlış olduğunu düşünülebilir ise de kanaatimizce ortada bir yanlışlık yoktur, hatta çok lüzumlu çok gerekli olduğu için belirtilmiştir. Hukuk oyun oynamak, rol yapmak, uygulama böyle herkes böyle yapıyor demek değildir. Hukuk toplumun aynasıdır. Gerçekler bir kenara bırakılarak rol yapılarak hukuka bir şey katılamaz. Hukuk böyle gelişmez. Mahkememizce bu husun belirtilmesinde amaçlanan tetkik hakimini yada tetkik hakimlerini suçlamak değildir. Zaten dosyada tetkik hakiminin ismi geçmemekte, hangi tetkik hakiminin dosyayı incelediği mahkememizce anlaşılamamaktadır. Yargıtay tetkik hakimliğinin Türk adli yargı teşkilatının ve hakimliğin en zor görevlerinden olduğu da bir gerçektir. Kanaatimizce başlı başına tetkik hakimliği uygulamasının yanlışlığı da izahtan vareste bir durumdur. 
Dosyada eksik bir evrakın fark edilmemesi de herkesin yapabileceği bir hatadır, zira kimse mükemmel değildir. Mahkememizce anlatılmak istenen yukarıda anlatılan düşüncenin adli yargı sisteminin bir gerçeği olduğu, bozma ilamının bundan izler taşıdığı ve bu düşüncenin kanaatimizce hatalı olduğudur. Kanaatimizce Yargının iş yükünün çok fazla olduğu ülkemizde Yargıtay bozucu değil yapıcı olmalıdır.
Dosyanın esastan incelenmesinde davanın tapu iptal ve tescil davası olduğu görülmektedir. Dava konusu taşınmaz Maliye Hazinesi adına tespit görmüş ve kesinleşmiştir. Öncelikle bölgede kadastro çalışmasının sağlıklı yapılmadığı hiç yapılmasa daha iyiydi denilecek bir kadastro çalışması yapıldığı mahkeme hakimince müşahede edilmiştir. Bölgede terör sıkıntısının olması ve başka sebeplerle kadastro çalışması sağlıklı yapılmamıştır. Bu şekilde kadastro çalışması yapılması vatandaşın mağduriyetine sebebiyet vermiştir. Çoğu vatandaş kadastro tespitinden haberdar olmamıştır. Kadastro tespiti bu şekilde kesinleşmiştir. Kadastro çalışması böyle yapılmasına rağmen geçerlilik taşımakta ve vatandaş hatalı yapılan tespite karşı dava açma külfetiyle karşı karşıya kalmaktadır. Türkiye'de yargılamalar uzun sürmekte ayrıca masraflıda olmaktadır. Vatandaş kendi arazisinin yukarıda anlatılan şekilde yapılmış bir kadastro çalışması sonucu Maliye adına tespit görmesi nedeniyle taşınmazını alabilmek için yıllarca uğraşmak ve masrafa katlanmak zorunda kalmaktadır.
Elbette ki her açılan dava kabul edilecek diye bir durum olamaz. Suiistimale asla müsaade edilmemeli, hakim bunu çok iyi ayıklamalıdır. 
İş bu dosyada tanıklar ve mahalli bilirkişiler köyün boşaltıldığını ittifakla beyan etmelerine rağmen bozma ilamında köyün boşaltıldığına dair resmi belge olmadığından bahsedilmektedir. Köyün boşaltılmadığının resmi belge ile ispat edilmesi zorunluluğu bulunmamaktadır. Mahkememizce bozma kararına gerekçe olsun diye bu hususun yazıldığı kanaatine varılmıştır. 
Ayrıca taşınmazın içinde kayaların olması taşınmazın kullanılmadığı anlamına gelmez. Bozma ilamında taşınmazın içinde taş bulunması sebebiyle imar ihyasının tamamlanmadığından bahsedilmekte ise de, bu doğru değildir. Tanık ve mahalli bilirkişilerin ittifak halinde dava konusu taşınmazın davacıya ait olduğunu söylemesi, zirai bilirkişi raporu ve orman bilirkişi raporu ve en önemlisi keşfi yapan hakimin taşınmazın davacıya ait olduğuna kanaat getirmiş olması hususları dikkate alındığında mahkememizce Yargıtay bozma ilamının hatalı olduğu kanaatine varılmıştır. Keşfi yapan tanıkları dinleyen, dosyayı tekemmül ettiren hakim, taraflarla yüz yüzedir olayları tarafların ve tanıkların doğru söyleyip söylemediğini daha iyi analiz edebilir, şüphe oluşturan konu varsa bunu sorarak aydınlatır ve bir kanaate varır. Bu aslında yargılamadaki en önemli sonuçtur.
Dosyanın incelenmesinde Yargıtay'ın gerekçe ve değerlendirmelerine göre mahkememiz kararının dosya kapsamına daha uygun düştüğü ve daha isabetli bir karar olduğu..." gerekçesi ile önceki hükümde direnilmiştir.
Direnme kararı davalı ... temsilcisi tarafından temyize getirilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel kurulu önüne gelen uyuşmazlık, davacı tarafça zilyetlikle mülk edinme koşullarının kanıtlanıp kanıtlanamadığı, varılacak sonuca göre dava konusu taşınmazın krokide (A) harfi ile gösterilen bölümünün zilyetlikle edinim koşullarının davacı lehine oluşup oluşmadığı noktasında toplanmaktadır. 
Hukuk Genel Kurulunda işin esasının incelenmesine geçilmeden önce, mahkemece direnme hükmüne ilişkin gerekçeli kararda dava konusu ile ilgisi bulunmayan, tamamen Yargıtay ile Yargıtay tetkik hakimlerinin çalışma yöntemlerine ilişkin olarak açıklama ve değerlendirmelere yer verilmiş olmasının usul hükümlerine uygun olup olmadığı, gerekçeli kararda kullanılan üslup ve eleştiriler nedeniyle gereğinin yapılması için Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na bildirimde bulunulmasının gerekip gerekmediği hususu öncelikle görüşülmüştür.
Bilindiği üzere 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK)’nun 297. maddesi bir mahkeme hükmünün kapsamının ne şekilde olması gerektiğini açıklamıştır. 
Bu kapsamda,Hukuk Muhakemeleri Kanununun “Hükmün Kapsamı” başlıklı 297. maddesinde: 
“(1) Hüküm "Türk Milleti Adına" verilir ve bu ibareden sonra aşağıdaki hususları kapsar:
a)Hükmü veren mahkeme ile hâkim veya hâkimlerin ve zabıt kâtibinin ad ve soyadları ile sicil numaraları, mahkeme çeşitli sıfatlarla görev yapıyorsa hükmün hangi sıfatla verildiğini,
b)Tarafların ve davaya katılanların kimlikleri ile Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarası, varsa kanuni temsilci ve vekillerinin ad ve soyadları ile adreslerini,
c)Tarafların iddia ve savunmalarının özetini, anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususları, çekişmeli vakıalar hakkında toplanan delilleri, delillerin tartışılması ve değerlendirilmesini, sabit görülen vakıalarla bunlardan çıkarılan sonuç ve hukuki sebepleri,
ç)Hüküm sonucu, yargılama giderleri ile taraflardan alınan avansın harcanmayan kısmının iadesi, varsa kanun yolları ve süresini,
d)Hükmün verildiği tarih ve hâkim veya hâkimlerin ve zabıt kâtibinin imzalarını,
e)Gerekçeli kararın yazıldığı tarihi,
(2)Hükmün sonuç kısmında, gerekçeye ait herhangi bir söz tekrar edilmeksizin, taleplerden her biri hakkında verilen hükümle, taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların, sıra numarası altında; açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gereklidir.”
şeklinde düzenleme mevcuttur. 
Buna göre bir mahkeme kararında, tarafların iddia ve savunmalarının özetinin, anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususların, çekişmeli vakıalar hakkında toplanan delillerin, delillerin tartışılması ve değerlendirilmesinin, sabit görülen vakıalarla, bunlardan çıkarılan sonuç ve hukuki sebeplerin birer birer, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde hükümde gösterilmesi gereklidir. 
Bu kısım, hükmün gerekçe bölümüdür. Gerekçe, hakimin (mahkemenin) tespit etmiş olduğu maddi vakıalar ile hüküm fıkrası arasında bir köprü görevi yapar. Gerekçe bölümünde hükmün dayandığı hukuki esaslar açıklanır. Hakim, tarafların kendisine sundukları maddi vakıaların hukuki niteliğini (hukuk sebepleri) kendiliğinden (re’sen) araştırıp bularak hükmünü dayandırdığı hukuk kurallarını ve bunun nedenlerini gerekçede açıklar.
Hakim, gerekçe sayesinde verdiği hükmün doğru olup olmadığını, yani kendini denetler. Üst mahkeme de bir hükmün hukuka uygun olup olmadığını ancak gerekçe sayesinde denetleyebilir. Taraflar da ancak gerekçe sayesinde haklı olup olmadıklarını daha iyi anlayabilirler. Bir hüküm, ne kadar haklı olursa olsun, gerekçesiz ise tarafları doyurmaz (Kuru B. Arslan R. Yılmaz E.; Medeni Usul Hukuku Ders Kitabı 6100 sayılı HMK’na Göre Yeniden Yazılmış, 22. Baskı, Ankara 2011, s. 472). 
Anayasa’nın 141. maddesi gereğince bütün mahkemelerin her türlü kararlarının gerekçeli olması gereklidir. Gerekçenin önemi Anayasal olarak hükme bağlanmakla gösterilmiş olup, gerekçe ve hüküm birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. 
Yasanın aradığı anlamda oluşturulacak kararların hüküm fıkralarının açık, anlaşılır, çelişkisiz, uygulanabilir olmasının gerekliliği kadar; kararın gerekçesinin de sonucu ile tam bir uyum içinde o davaya konu maddi olguların mahkemece nasıl nitelendirildiğini, kurulan hükmün hangi nedenlere ve hukuksal düzenlemelere dayandırıldığını ortaya koyacak; kısaca maddi olgular ile hüküm arasındaki mantıksal bağlantıyı gösterecek nitelikte olması gerekir. 
Zira tarafların o dava yönünden, hukuk düzenince hangi nedenle haklı veya haksız görüldüklerini anlayıp değerlendirebilmeleri ve Yargıtay’ın hukuka uygunluk denetimini yapabilmesi için ortada, usulüne uygun şekilde oluşturulmuş; hükmün hangi nedenle o içerik ve kapsamda verildiğini ayrıntılarıyla gösteren, ifadeleri özenle seçilmiş ve kuşkuya yer vermeyecek açıklıktaki bir gerekçe bölümünün ve buna uyumlu hüküm fıkralarının bulunması zorunludur. 
Hukuk Genel Kurulunun 25.09.1991 gün ve 1991/1-355 E., 1991/440 K.; 19.04.2006 gün ve 2006/4-142 E., 2006/229 K.; 05.12.2007 gün ve 2007/3-981 E., 2007/936 K.; 23.01.2008 gün ve 2008/14-29 E.,2008/ 4 K.; 19.03.2008 gün ve 2008/15-278 E., 2008/254 K.; 18.06.2008 gün ve 2008/3-462 E., 2008/432 K.; 21.10.2009 gün ve 2009/9-397 E., 2009/453 K.; 24.02.2010 gün ve 2010/1-86 E., 2010/108 K.; 28.04.2010 gün ve 2010/11-195 E., 2010/238 K.; 22.06.2011 gün ve 2011/11-344 E.,2011/436 K.; 29.02.2012 gün ve 2011/9-754 E., 2012/102 K.; 22.02.2017 gün ve 2015/22-846 E., 2017/297 K. sayılı kararlarında da bu hususlar benimsenmiştir.
Nitekim 07.06.1976 gün ve 1976/3-4 E., 1976/3 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının gerekçesinde yer alan “Gerekçenin ilgili bilgi ve belgelerin isabetle takdir edildiğini gösterir biçimde geçerli ve yasal olması aranmalıdır. Gerekçenin bu niteliği yasa koyucunun amacına uygun olduğu gibi, kararı aydınlatmak, keyfiliği önlemek ve tarafları tatmin etmek niteliği de tartışma götürmez bir gerçektir” şeklindeki açıklama ile de aynı ilkeye vurgu yapılmıştır.
Bütün mahkemelerin her türlü kararlarının gerekçeli olarak yazılması gerektiğini öngören Anayasa’nın 141/3. maddesi ve ona koşut bir düzenleme içeren HMK’nun 297. maddesi işte bu amacı gerçekleştirmeye yöneliktir.
Bu kapsamda belirtmek gerekir ki, direnme kararları da bir davayı sona erdiren ve temyizi mümkün olan nihai (son) kararlardandır. Bu nedenle, bir davanın taraflarının o dava yönünden, mahkemece hangi nedenle haklı veya haksız bulunduklarını anlayıp değerlendirebilmeleri ve Yargıtay’ın hukuka uygunluk denetimini yapabilmesi için, ortada usulüne uygun şekilde oluşturulmuş direnme kararının bulunması zorunludur. Zira direnme kararlarının hukuksal niteliklerinin doğal sonucu ve gereği olarak, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun yapacağı inceleme ve değerlendirme, bozma üzerine Yerel Mahkemelerce verilmiş direnme kararlarına münhasır olduğundan inceleme sırasında gözeteceği temel unsurlardan birini bozmaya karşı tarafların beyanlarının tespiti ile uyulup uyulmama konusunda verilen ara kararları ile sonuçta hüküm fıkrasını içeren kısa ve gerekçeli kararların birbiriyle tam uyumu ve buna bağlı olarak kararın ortaya konulan sonucuna uygun gerekçesi oluşturmaktadır. Bunlardan birisinde ortaya çıkacak farklılık ya da aksama çelişki doğuracaktır ki, bunun açıkça usul ve yasaya aykırılık teşkil edeceği kuşkusuzdur. 
Başka bir ifadeyle, mahkemece düzenlenecek kısa ve gerekçeli kararlara ilişkin hüküm fıkralarında Özel Daire bozma kararına hangi açılardan uyulup hangi açılardan uyulmadığının hüküm fıkrasını oluşturacak kalemler yönünden tek tek ve anlaşılır biçimde kaleme alınması, kararın gerekçe bölümünde bunların nedenlerinin ne olduğu, bozmanın niçin yerinde bulunmadığı ve dolayısıyla mahkemenin bozulan önceki kararının hangi yönleriyle hukuka uygun olduğunun açıklanması kararın yargısal denetimi açısından aranan ön koşuldur.
Anılan husus kamu düzeni ile ilgili olup, gözetilmesi yasa ile hakime yükletilmiş bir ödevdir. Aksine düşünce ve uygulama gerek yargı erki ile hakimin gerek mahkeme kararlarının her türlü düşünceden uzak, saygın ve güvenilir olması ilkesi ile de bağdaşmaz.
Bu genel açıklamalar ışığında belirtmek gerekir ki, yerel mahkemece direnme kararının gerekçe bölümünde Yargıtay ve Yargıtay tetkik hakimlerinin çalışma düzeni hakkında yapılan ve davanın esası ile ilgisi olmayan değerlendirmeler, Anayasa'nın 141. maddesi ile HMK'nın 297. maddesinde amaçlanan gerekçeye uygun olmayıp, hukukilikten uzaktır.
Türk Adli Yargı Sistemi içerisinde adliye mahkemelerince verilen karar ve hükümlerin son inceleme merci ve üst mahkeme olan Yargıtay ile Yargıtay tetkik hakimlerinin çalışma ve dosya inceleme yöntemi hakkında tamamen varsayımlardan hareket edilerek yapılan ağır ve uygunsuz değerlendirmelerin yargısal teamül ve geleneklere uygun olmadığı da her türlü açıklamadan uzaktır. Yargı kararlarının taşıması gereken üslubun dışına çıkılmış, hak ve adalet beklentisi içerisinde olan taraflar ve kamuoyu nezdinde Yargıtay'a ve Türk Yargı Sistemine olan güven ve saygınlığın sarsılmasına yol açabilecek ifadeler kullanılmıştır. Oysa ki, bir yargı kararının, o karara nasıl ulaşıldığını gösteren unsuru olan gerekçe, taşıdığı önem nedeniyle özen ve titizlikle yazılmalıdır.
Hakimlerin görevlerini hangi ilke ve esaslara göre yapmaları gerektiği konusunda mevzuatımızda açık bir düzenleme bulunmamakla birlikte, bu konudaki en önemli uluslararası metin Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nun 23 Nisan 2003 tarihli oturumunda kabul edilmiş olan Bangalor Yargı Etiği İlkeleridir. Nitekim, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun 27.06.2006 gün ve 315 sayılı kararı ile de Bangalor Yargı Etiği İlkelerinin benimsenmesine karar verilmiş ve bu husus Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü’nce tüm hakim ve savcılara genelge şeklinde duyurulmuştur. Bu belgede 6 temel değerden bahsedilmiş ve bu değerlere ilişkin ilkeler tanımlanarak, bir hakimin uyması gereken etik değerler özü itibariyle açıklanmıştır. Adı geçen belgede korunan değerler bağımsızlık, tarafsızlık, doğruluk ve tutarlılık, dürüstlük, eşitlik, ehliyet ve liyakat olarak sayılırken, diğer kapsamlı açıklamaların yanında bağımsızlıktan bahsedilirken; “hakim, yargı bağımsızlığını sürdürmede esas olan yargıya yönelik kamusal güveni güçlendirmek amacıyla yargı etiği ile ilgili yüksek standartlar sergilemeli ve bunları ilerletmelidir" denilmiştir. 
Şu halde; hakimler Anayasa ve yasalarla kendilerine verilen görev ve yetkileri, yazılı olan veya olmayan ancak evrensel anlamda onları da bağladığında kuşku bulunmayan etik kurallara uygun olarak yerine getirmelidirler.
Eldeki dosyada, yerel mahkemece bir direnme kararının yasal olarak taşıması gereken ve az yukarıda açıklanan hukuksal prosedürün dışına çıkılmış ve dava ile ilgisi bulunmayan eleştirilere yer verilmiştir. Bu durum usul kurallarına uygun olmadığı gibi yapılan eleştiriler ve kullanılan üslup hem davanın tarafları hem de toplum nazarında Yargıtay kararlarına duyulan güven ve saygınlığın sarsılmasına yol açabileceğinden, gereğinin yapılması için Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na bildirimde bulunulmasına karar verilerek, işin esasının incelenmesine geçilmiştir.
Davanın esasının incelenmesinde; kural olarak, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerin olağanüstü zamanaşımı veya başka bir yoldan kazanılması ve tapu siciline tescil edilmeleri mümkün değildir. Ancak, Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerle ilgili düzenlemeye yer veren Türk Medeni Kanunu (TMK)'nun 715. maddesinin son fıkrasında, sahipsiz yerler ile yararı kamuya ait malların kazanılması, bakımı, korunması, işletilmesi ve kullanılmasının özel kanun hükümlerine tabi olduğu açıklanmıştır. 
Nitekim;10.10.1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadasro Kanunu (KK)'nun 17. maddesinde imar ve ihya kurumuna yer verilmiş ve bu yoldan taşınmaz kazanılması imkanı getirilmiştir. 
3402 sayılı Kadastro Kanununun "ihya edilen taşınmaz mallar" başlıklı 17. maddesi:
"Orman sayılmayan, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve kamu hizmetine tahsis edilmeyen araziden, masraf ve emek sarfı ile imar ve ihya edilerek tarıma elverişli hale getirilen taşınmaz mallar 14 üncü maddedeki şartlar mevcut ise imar ve ihya edenler veya halefleri adına, aksi takdirde ... adına tespit edilir.
İl, ilçe ve kasabaların imar planının kapsadığı alanlarda kalan taşınmaz mallarda bu hüküm uygulanmaz."
hükmünü içermektedir. 
Anılan madde gereğince, orman sayılmayan ve kamu hizmetine tahsis edilmeyen Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerin, aynı Kanunun 14. maddesinde yazılı koşulların gerçekleşmesi halinde imar ve ihya yoluyla kazanılması mümkün bulunmaktadır. 
Hemen belirtmek gerekir ki; Kadastro Kanunun 17. maddesi aynı Kanunun 33/3. maddesi gereğince genelhüküm niteliğinde olup bu Kanunun uygulandığı yerler dışındaki taşınmazlar hakkında da uygulanır.
Bir yerin imar ve ihya ile kazanılabilmesi için öncelikle taşınmazın orman sayılmayan ve kamu hizmetine tahsis edilmeyen Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan arazilerden olması gerekir. Kamu hizmetine tahsis, hukuken olabileceği gibi fiilen de olabilir. Kamu hizmetine tahsis edilmeyen, Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşlık, orman sayılmayan çalılık, makilik ve fundalık gibi topraklar imar ve ihyaya müsait olan yerlerdir. Makilik ve fundalık yerler orman toprağı ise imar ve ihya ile kazanılması mümkün değildir. Zira kanun koyucu Anayasa'nın 169 ve 170. maddelerini gözeterek ormanların imar ve ihya ile kazanılmasını yasaklamıştır.
İmar-ihya kavramları kanunda tanımlanmamış olmakla birlikte, sözlük anlamlarına bakıldığında: ihya, büyük ölçüde geliştirme, güç verme, yeniden canlandırma, diriltme; imar ise, bayındır kılma, geliştirme, mamur hale getirme olarak tanımlanmıştır (Meydan Larouse-TDK, Türkçe Sözlüğü).
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 30.04.2010 gün ve 2004/1 E., 2010/1 K. sayılı kararında "İhya, bugünkü hukukumuzda, genel olarak üzerinde ekim, dikim yapılmayan yerlerin tarım arazisi haline getirilmesi olarak anlaşılmaktadır" denilmiştir.
Bir yerin imar ve ihya ile kazanılması için taşınmazın emek ve para sarfedilerek tarım arazisi haline getirilmesi gerekir. Tarıma müsait olmayan araziden maksat, yararlanılacak bitki ve ürünlerin yetiştirilmediği topraklardır. Ekime, dikime ve ürün yetiştirmeye müsait olmayan yerler ihya edilecek taşınmazlardır. Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki tarıma elverişli olmayan bir taşınmazın tarım arazisi haline getirilmesi halinde imar ve ihyadan söz edilebilir. İhya yolu ile kazanma bakımından taşınmazın tarıma elverişli hale getirilmesi önemli bir olgudur.
Emek ve masraf gerektirmeyen, zilyetliğin sürdürülmesi seviyesindeki, taşınmazın daha verimli hale getirilmesi gibi çalışmalar imar ve ihya sayılmaz. Bu tür yerlerin imar ve ihyaya gerek olmaksızın, TMK'nın 713/1 ve Kadastro Kanununun 14. maddeleri gereğince kazanılmaları mümkündür.

Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki bir yerin emek ve para sarf edilerek tarım toprağı haline getirildikten sonra, güçlendirmek amacıyla yapılan işlemler ihya olgusu içinde kabul edilmelidir.
Maddi olgu olan imar ve ihya, her türlü delil ile kanıtlanabilir. Her somut olayın özelliğine göre yerel bilirkişi, tanık beyanları, teknik bilirkişi raporları gibi deliller imar ve ihyanın kanıtlanmasında kullanılabilir.
Önemle belirtmek gerekir ki, imar ve ihya tek başına taşınmazın mülkiyetinin kazanılması için yeterli bir olgu değildir. 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. maddesindeki yollama gereğince aynı Kanunun 14. maddesinde belirtilen zilyetliğin nizasız fasılasız ve malik sıfatıyla 20 yıldan fazla sürmesi gerekmektedir. 20 yıllık süre imar ve ihyanın tamamlandığı tarihten itibaren hesaplanır.
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olaya gelince; Çavuşlu Köyü kadastro çalışma alanında bulunan dava konusu 101 ada 20 parsel sayılı 26.327,64 metrekare yüzölçümündeki taşınmazın 10.07.2009 tarihinde yapılan tespit sırasında Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve tarım alanına dönüştürülmesi mümkün yerlerden olduğu belirtilerek davalı ... adına hali arazi vasfıyla tespit edildiği, kadastro tutanağının 12.09.2009 tarihinde itirazsız olarak kesinleştiği ve taşınmazın tapuda ... adına tescil edildiği, bilahare taşınmazın beyanlar hanesine 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 7. maddesine göre ... lehine şerh verildiği anlaşılmaktadır. 
Dava konusu taşınmazın tespit tutanağında belirlenen niteliğine göre imar ve ihyaya muhtaç yerlerden olduğu, mahkemece yerinde yapılan keşif sonucu ziraat mühendisi bilirkişi tarafından hazırlanan 17.04.2014 tarihli raporda ise taşınmazın yer yer sürülü olduğu, sürülü olmayan kısımların otluk olduğu, içerisinde taş ve kayalar ile meşe palamudu ile badem ağaçlarının bulunduğu belirtildikten sonra raporun son kısmında açık bir şekilde fen bilirkişisi raporunda (A) harfi ile ve sarı renkte gösterilen çekişme konusu bölümün gerekli ekim, dikim ve bakım işleri yapıldığı takdirde bakımlı bir bahçe olabileceği belirtilmiştir. Bu durum, çekişme konusu bölümün imar ve ihyasının tamamlanmamış olduğunu gösterdiği gibi dosya içerisinde yer alan bu bölüme ait fotoğraflar da imar ve ihyanın gerçekleşmediğini ortaya koymaktadır. 
O halde, somut olayda TMK'nın 713/1, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14 ve 17. maddeleri uyarınca zilyetlikle mülk edinme koşullarının kanıtlandığını söyleyebilme olanağı bulunmamaktadır.
Hal böyle olunca, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. 
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı ... temsilcisinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, kararın gerekçe bölümünde Yargıtay ile Yargıtay tetkik hakimleri hakkında yer alan ifadeler nedeniyle gereğinin yapılması için Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’na bildirimde bulunulmasına, karar düzeltme yolu açık olmak üzere 15.03.2017 gününde oybirliği ile karar verildi.